Yankeski

Taze Ekim 30, 2009

Filed under: Uncategorized — Jülide @ 10:39 pm

darkOrtalık hafiften aydınlanıyor, güneş doğmak üzere…

Rıhtım Caddesi’ni dikine kesen sokak denize koşuyor. Hava serin, güneş Haydarpaşa’ya selam ediyor uzaktan. Denizle cadde arasındaki dolmuş duraklarında hafiften bir hareketlenme var, işlerine gitmek üzere yollara dökülen insanların gözleri uykulu, herkes kendi rüyasını görüyor. Sıradan bir Kadıköy sabahı daha, her an beklenmedik heyecanlar yavrulayabilecek kadar doğurgan, her tür kargaşayı anında yatıştırabilecek kadar şifacı. Rüya görenlerin hepsi biliyor bunu.

Ucundan deniz görünen sokaktaysa insanlar kapalı perdelerinin ardında uykularının son zerrelerini yudumluyorlar. Sokaklarını gece değil gündüz kullanır onlar, çoğu zaman hayatı da…

Geceleri sokağın efendileri başkadır, hepsi bilir bunu.

*****

İyice gerindi, yaşlı kemikleri sızım sızım. Tüyleri seyrelmiş karnı asfalta değince hafifçe ürperdi, o kadar… Havayı kokladı, yoldaşlarının kokusu sinmişti sokağa. Boğazından tek heceli bir havlama döküldü; bir emir, “Toplanın, gidiyoruz!” Farklı noktalardan gelen havlamalar emirin alındığını teyid etti.

Biraz sonra, denizi arkalarına alan beş iri köpek acelesiz adımlarla sokağı terkediyordu.

Sokaktaki pencerelerden birinde gece boyu aralık kalan bir perdenin onların gidişiyle birlikte yavaşça kapandığını farketmediler. Perdenin gerisindeki gözler tuhaf bir şekilde parlıyordu, kimse görmüyor, bilmiyordu bunu…

***

“Tamam, arayacağım seni ben sonra!”

Cemal vapura yetişmek için koşturuyordu, arkadaşının zamanlamasına söylenip telefonu cebine yerleştirmişti ki vıcık vıcık bir şeye bastığını hissetti. Hızı bir an için kesildi, neye bastığını görmek için dönüp baktığında, ne olduğuna dair hiç bir kuşku bırakmayan sarı kahverengi yığını gördü. Yığının sahibi olması muhtemel ya da değil, hemen yakınında bezgince duran köpeğe bastı küfrü, “itoğluit!” Sesteki öfkeyi sezen köpek güdüsel olarak dişlerini gösterdi. Genç adam ayakkabısını yere sürtüp temizlemeye uğraşırken köpeğe söylenmeye devam ediyordu. “Ulan,” dedi, “belediye bir temizleyemedi gitti sizi!” Kaldırıma sıvaşan şeye yüzünü buruşturarak baktı. “Hepinizi temizlemek lâzım, yiyin zehri geberin gidin itoğluitler!” Köpek kuyruğunu sıkıştırıp uzaklaşmaya hazırlanıyordu ki Cemal pislenmiş ayağıyla bir tekme savurdu. Sadece söylenmekle geçecek gibi değildi öfkesi. Tekme köpeğin kaburgalarını sıyırdı, hayvan atak davranarak geriye atmıştı kendini. İkinci bir tekmeyi beklemeye niyeti yoktu, arkasını döndüğü gibi son sürat, havlaya havlaya kaçtı gitti.

Hırsını alamayan Cemal, ayakkabısını bir süre daha kaldırıma sürtmeye devam etti. Yolun karşısındaki büfede kaşarlı tost yiyordu adamın biri. Sabah vakti karşısına çıkıveren eğlenceli sahne pek hoşuna gitmişti. Suratında aylaklara özgü rahat bir sırıtmayla arbedeyi izlerken kaşarın kontrolden çıkıp uzadığını fark etti, işine döndü. Cemal adamın alaycı gülüşünden gıcık kaptı, ona da söylenesi geldi ama tuttu kendini.

Büfenin biraz ilerisinde duran adamı fark etmemişti ama. Üstünde koyu renkli bir pardesü vardı bu ikincinin, sıradan görünüyordu. Olayı başından sonuna büyük bir dikkatle izlemişti. Müdahale edecekken vazgeçmiş, yumruklarını sıkıp pardesünün uzun kollarında zaptetmekle yetinmişti. Cemal’in temizlenmeyi bitirip yoluna devam ettiğini görünce kararlı adımlarla peşine takıldı.

Büfedeki adam tostunu bitirmişti, elindeki kağıt peçeteyi büfenin köşesindeki çöp kutusuna atmak için yerinden doğrulduğu sırada hemen arkasında bir köpek hırlaması duyup irkildi. “Ahanda geldi it!” diye düşünerek panikle arkasına döndü. Ortalıkta köpek falan yoktu. O telâşla, yolda yürüyüp giden koyu renk pardesülü bir adama çarpmıştı. “Pardon hocam!” dedi. Diğeri dönüp bakmadı bile, yapması gerekenler vardı.

****

Sonraki bir hafta Cemal için çok sakin geçti. Evinden işine, işinden evine, günde iki kez Boğaz’ı geçerek ucuca eklediği günlerdi. Ofiste işler çok yoğun değildi, geç saatlere kadar kalması gerekmemişti. Köpeklerle arası hala hoş değildi. Rastgeldiği yerde küfredip kovalıyordu bu pis, mundar hayvanları. Üşenmese belediyeyi arardı çoktan ama eli değmiyordu bir türlü.

Denize inen sokağın gece yüzü de sakin sayılırdı. Sokağın gece efendileri, karanlığın çökmesiyle birlikte, gündüz pinekledikleri yerlerden çıkmışlar, her bir köşesini kokularıyla işaretledikleri çevreyi dolaşmışlardı. Son bir kaç aydır yiyecek sıkıntısı çekmiyorlardı, semirdikleri bile söylenebilirdi. Üç dört günde bir, sanki kolayca bulsunlar diye uyudukları yerlerin yakınına bırakılmış et ve kemik parçaları buluyorlardı. Onlar ganimetlerini bin türlü hırlaşmayla paylaşırlarken bir çift göz uzaktan izliyordu onları, neredeyse mutluluktan nemlenerek…

****

Serin bir İstanbul akşamı…

Cemal birilerine takılıp Nevizade’ye gitmiş, iki tek rakı içmiş. Karaköy’den kalkan son vapuru yakalamış ki az mutluluk değil. Kafası bin çiçek, aslan sütüyle güzelleşmiş. Vapurda dışarıda oturuyor, Haydarpaşa’yı görecek tarafa yerleşmiş ki sigarasını keyifle içsin; içiyor…

Şehir hatları vapuru sabırla, sabah işlerine taşıdığı insanları evlerine ulaştırmak için yola koyuluyor. Son seferin son yolcuları bunlar, yorgunlar, bir avuçlar. Birbirlerine bakmıyorlar bile, baksalar bilirler aslında hep aynı kişiler olduklarını.

Hepsi sessizce İstanbul’u, ışıldayan Boğaz’ı izliyor, kafalarında binbir sinemaskop hikaye…

İskelede en az onlar kadar yorgun çımacılar karşılıyor seferileri.

Haydi, evli evine artık!

****

Oysa, yıllar ve yıllarca evi olmamıştı pardesülü adamın; öyleyse, bu masum tekerleme, ömrü boyunca taşıdığı acıların, uyumsuzluğunun ve beceriksizliğinin ifadesi olabilirdi en fazla. Babasını hatırlıyor gibiydi örneğin, fırın küreği gibi ellerinde saklı yumruklarıyla çırpı çocukluğuna vururken! Annesini ağlarken, ağlarken, ağlarken… Polisleri karakolda, nezarethanede… Soğuğu ısırırken, açlığı kemirirken…

Fazla geliyordu hatırladıkları. Kendine hak bilip edindiği evi bile azaltmıyordu yükünü. Kaderini bir bildiği sokak köpeklerinden başka hiç kimse anlamazdı onu; yerine koyamazdı yaşayamadığı hayatını….

****

Cemal Rıhtım Caddesi’ni boydan boya geçiyor. Piyangocunun köşesinden sağa sapıyor, evi iki sokak ileride. Hiç bir zaman aydınlık olmadı bu sokaklar ama adımları onu evine götürebilecek kadar ezbere biliyor çukurları, engelleri.

Neredeyse aylardır yanmayan sokak lambasının civarı en karanlık bölge. Cemal biliyor, lambanın hemen yakınında çöp konteyneri var, dikkatli olmalı, çarpmamalı. Neyse ki ayışığı var, tümden karanlık değil ortalık. Kafası hala dumanlı, gülüyor bu korunma refleksine. Çarpsa çok komik olacakmış gibi geliyor ona.

Adımlarını kollayarak yoluna devam ediyor. Birden bir hırıltı duyuyor, hemen arkasında. “Ulan, yine bu itler!” diyecek oluyor, diyemiyor. Damarlarında tırısa kalkmış alkolün etkisiyle ağır çekim arkasına döndüğünde gördüğü şey kanını donduruyor, kendi boyunda bir adam bu, tanıdık sanki. Adam dişlerini göstererek hırlamaya devam ediyor, içinde saklı karanlık bir kuyudan çıkıyormuş gibi geliyor ses… Cemal boğazına sabitlenmiş uğursuz bakışlarla hipnoz olmuş gibi kıpırdayamıyor bile, nefes almıyor zaten… Sonra havaya kalkan bir el görüyor, ucunda tertemiz bir metal parlaklığı…

Bir uluma sokağın sessizliğini yırtıyor, bir anlığına. Başladığı gibi bitiyor sonra…

***

Köpeklerin, alıştıkları nevaleleri için ertesi günü beklemeleri gerekmiyor.

Bu seferki her zamankinden de taze üstelik…

 

Yorum bırakın